John Graham Mellor, namı diğer Joe Strummer öleli 6 yıl olmuş. Sadece 50 yıl içerisinde dünyayı şöyle bir sallayıp atması ve tüm dünya üzerinde bunca etki bırakması bile adamımızın ne menem biri olduğunu gösteriyor aslında. Şimdi oturup onun hakkında bir yazı yazmak garip bir deneyim. Benim gibi, “Strummer’i tanımayan var mıdır yahu?” diye soruyorsanız hele. Bu yazının bir tanıtım yazısı olmamasının nedeni de budur. “Benim için Joe Strummer”i yazabilirim ancak size.

Strummer üzerine ilk kafa yoruşum, doğal olarak Sex Pistols mu, The Clash mi sorunsalı sırasında oldu. O aralar sağlıklı bir kanıya varmam mümkün değildi. Pistols’u Megadeath’in Anarchy in UK’inden, Clash’ı da Should I Stay or Should I Go’dan biliyordum çünkü. God Save the Queen’i Queen’in şarkısı olarak bilir (ki öylesi de var, sen de bilirsin) Clash deyince de ikinci alternatif olarak Rock the Casbah diyebilirdim. Sonra ‘80’ler bitti ve tezgahlarda Pistols ve Clash kasetleri görülür olmaya başladı. Tabii ben de toplamaya. Pistols’un zaten Never Mind the Bullocks’undan başka bir şey yoktu. Ama bu Clash da iyi çalıyordu yahu. Derken her şey hızla gelişti, her şey dinlenir ve birbirine karışır hale geldi. Ama bende geriye bir tek punk kaldı; saflığını, enerjisini, hergeleliğini, doğrusözlüğünü bozmadan kalan. Esas şimdi sorabilirdim kendime; Pistols mu, Clash mı?

Her şeye rağmen Pistols olur yanıtım. Clash’in her zaman daha iyi müzik yapması Pistols’un tavrına ulaşamaz çünkü. Ama Johnny Rotten mi Joe Strummer mi diye bir soruyu sormam bile. Strummer bu mukayeseye girmez. Çünkü Rotten sadece birkaç olumlu sıfat hakeder gözümde. Strummer ise tek bir sözcük ile yan yana durur; idol.

Strummer; Pistols’un kendisini de alt üst ettiği o birkaç yıl içinde bütün dünyanın müziğini etkilemesi gibi sınırlı bir etki bırakmadı. Şimdi Pistols’un etkisine sınırlı demek de ne ola? Şu demek, o gün müzik sahnesindeki herkes Pistols’a karşı darmadağın olmuş ve yaptığı müziğe yeniden bakmış olabilir. Bir sürü genç onların pervasızlığına öykünüp müzik yapmaya da başlamıştır. Ki zaten bu müziğin gittiği seyri de değiştirmiştir, eyvallah. Ama onlar vurup kaçmalarıyla büyük kalabilmişken Strummer’in tüm yaşamı ilham vermiştir. The Clash sonrası bunalımları, üretememeleri sırasında bile adamımız çöldeki bir vaha gibi insanları toplamıştır etrafına. Sadece müzisyenleri de değil. O punk’un sadece çengelli iğne ve mohawk kafa olmadığını, punk’un nihilizm olmadan da olabileceğini gösterdi. İdeolojisi olmadığı için eleştirilen bir alt-kültürü, bir tavrı, kendi Marksizm anlayışıyla yeniden şekillendirdi. Hep politik kalarak, ama hiç slogan atmayarak. Punk bir başkaldırı idi. Neye ve niye olduğu belli. Strummer ise onu isyana çevirdi. Ne demişti; “Without people, you’re nothing” (İnsanlar olmadan bir hiçsin). O başa insanı koydu. Tek başına başkaldırabilirsin. Birlikte ise…

Eroin bağımlılığı yüzünden Topper Headon’u, sürekli kavgaları yüzünden Mick Jones’u gruptan atarken belki egosu ağır basıyordu, kabul etmek lazım. Ancak sorunlu bir dönem olduğu da açık. Turneye çıkacaklarken ortadan kaybolan ve Paris Maratonu’na katıldığı haberi alınan bir grup liderinden bahsediyoruz (Bu arada maratondan bir gece önce 10 tane arjantin bira içerek kampa girdiğini söylemiş ya, hastasıyım). Clash’ın büyük popülerliği ve menajerin grup üzerindeki etkisiydi esas canını sıkan. Ve dağıttı tek kalemde grubu. Tabii mükemmel belgesel The Future is Unwritten’da Topper ve Mick’in Strummer için söylediklerini duyunca daha iyi anlaşılıyor o dönem. Kırgınlık yok. Gereği yapılmış. Topper “O ölünce The Clash’ın büyüklüğünü daha iyi anladım,” diyor. Mick Jones yıllar yıllar sonra The Mescaleros’un (Strummer’in son grubu) son konserlerinden birinde kendini tutamayıp sahneye çıkıyor. Ve sanki yıllardır görüşmeme durumu yokmuşcasına şevkle çalıyorlar beraber.

Strummer düşünüldüğünde akla politika hep gelir. Çünkü her zaman dava adamıydı. Anti-Nazi League, Rock Against Racism (Irkçılığa Karşı Rock), Rock Against Rich (Zenginlere Karşı Rock), Class War (anarşist organizasyon), Rock for Refugees (Mülteciler için Rock) her daim içinde olduğu hareketler, kampanyalar oldu. Kiminde el verdi, kiminde yol gösterdi. Bütün bunları yaparken de ne Bob Geldof gibi “sir” oldu, ne de Bono gibi showman. Guns of Brixton, Police & Thieves, Career Opportunities, English Civil War, White Riot, I Fought the Law, I’m So Bored with America gibi şarkılar ve Sandinista! gibi doğrudan El Salvador’a destek verdiği albümler yaptı. Şarkılarıyla insanlara ders, öğüt falan da vermedi. Kafasına taktığı konuları yazdı. 19 yaşında intihar eden abisi Ulusal Cephe’nin gençlik kollarının aktif bir üyesiydi. Belki de kendisinden bir yaş büyük muhafazakar abisinin intiharı onu sola ve Markizme yöneltti, kim bilir. Çünkü akabinde (protest rock’un efsane ismi Woody Guthrie’ye öykünerek) Woody Mellor adını kullanmaya başlaması ve aristokrat ailesini bir tarafa bırakıp serseriliğe sarması geliyor. Ve o muhteşem şarkıları yazabilmek için dolu dolu yaşamak.

Clash sonrası kötü eleştiriler alan birkaç albümü var mesela. Kendine güvenini yitirmiş bir süre. Ama adamda öyle bir aura var ki çevresinde her daim destek olacak birileri oluyor. Çoğunlukla da müzisyenler. Birbirinden ilginç projelere girişiyor. Sin and Nancy, Alex Cox’un Walker ve Straight to Hell filmlerine müzik yapmak, Jim Jarmusch’un Mystery Train’inde başrol oynamak, yıllarca BBC’de yayınlanacak London Calling programının prodüktörü ve DJ’i olmak. Bir sürü de müzik. Shane McGowan yerine gruba dahil olduğu The Pogues ile turne, yine onların albümlerine prodüktörlük, Joe Strummer & The Latino Rockabilly War grubuyla albüm, Mick Jones’un Big Audio Dynamite grubuna destek ve şarkılar. Bir taraftan hemen her yardım konserinde, ilgisini çeken her kampanyada beleş konserler. Özellikle radyo programı London Calling ile İngiltere’ye neredeyse John Peel kadar çok müzik tanıtmıştır mesela. Karayipli göçmenler Ada’ya reggae, kalipso, ska gibi bir sürü müzik getirmiş olsalar da, Strummer’in başta reggae ve dub olmak üzerine Karayip ve hatta Latin müziklerine ilgisi, pek çok müzisyenin ya da müzikseverin de kulaklarını buralara yöneltmiştir. Kimilerinin dediği gibi “dünya müziğinin ekmeğini” yememiştir bence. Çünkü pek çok müzisyen gibi şöyle bir Afrika’yı ya da Güney Amerika’yı dolaşıp iki üç yerel müzisyenle kayıt yapmakla sınırlı değildir onun ilgisi. Hep destek, tam destek kafasıdır onunki. Elini attığı her işte olduğu gibi.

Son göz ağrısı ve kendi ifadesiyle o rock star pozlarından arınabildiği, yıllar sonra, en sonunda kendini müzikal olarak ifade edebildiği grubu Mescaleros’un müziğinde özellikle belirgindir Karayip ve Latin müzikleri etkisi. Birlikte üç albüm kaydetmişler, koca konser salonları, stadyumlarda olmayan, özellikle samimi küçük mekânları turladıkları turneler yapmışlardır. Sakin sakin takılmak ve kocaman bir ismin altında ezilmeden müzik yapabilmek çok iyi gelmiştir Strummer’a. Yeniden müzik yapmanın keyfini çıkarttığı albümlerden belli olur zaten.

Adamın son projesi yeni müzisyenleri desteklemek için kurduğu Strummerville Vakfı. Dünyada albümlerinin üretiminin hiçbir aşamasında karbon kullanmayarak küresel ısınmaya karşı herkese örnek olan ilk müzisyen. Bu hareketi duyurmak için kurduğu Carbon Neutral Company’nin sitesine girip ağaç alabiliyorsunuz mesela. Bu ağaçların dikildiği ormana da Rebel’s Wood (Asinin Ormanı) adını vermiş.

The Future is Unwritten’de hep kocaman ateşler yakıp, etrafına toplananlarla sabahlara kadar muhabbet ettiğini öğrendim. Ve o ateşin etrafı her zaman doluymuş. Her daim onun muhabbetinden sebeplenmek isteyenler olurmuş çünkü etrafta. Ateşi bu kadar sevdiğini öğrenince daha da sevdim onu zaten.

Bir tek falsosu var bence, Chelsea taraftarı olmak. Ama Abromovich ve Mourinho’yu görse bunu da sorgulardı.

Hayranlarına bağlılığı ile bilinir bir de. Konser salonundan son kişi de çıkana kadar beklermiş. Bir konser sonrası ayağından yaralanmış mesela, bir havai fişekle. Hastaneye ambulansla götürülmekte iken arabayı durdurup etrafında her daim dolanan hayranlarıyla sohbet ettiği söylenir. Dolayısıyla onu mecburen muhabbetle anmak gerekiyor.

Buraya kadar olan kısmı okuyunca “idol” tanımına takıldım bir tek. Herkes için idol, doğru. Ama bunu seçmeden, doğal haliyle öyle olduğu için. Kendine Strummer (tımbırdatan) ismini seçmiş bir mütevazi adam o.

Son söz yeni dönem Brooklyn gruplarından The Hold Steady’den gelsin. Ona hitap etmiş, adanmış pek çok şarkı sözünden biri ama en güzellerinden. Şarkı Constructive Summer, sözler; “Raise a toast to St. Joe Strummer. I think he might’ve been our only decent teacher” (Aziz Joe Strummer için şerefe kadeh kaldır. Bence o bizim artık geçmişte kalan tek nezih öğretmenimizdi).

Aralık 2008, kargamecmua

👋🏼