Gürültünün Müzik İçerisindeki Evrimi – 4

Geçen sayımızda elektronik müziğe giriş yapmış ve üç önemli stüdyo etrafında üretilen bu müziği tanıtmaya çalışmıştım. Bu bölümde Fluxus, özgür caz ve nihayet 70’lere gelmeden önce Cage ekolünün takipçisi olan bazı müzisyenleri tanıyacağız. Hem Cage hem de adını az sonra zikredeceğim isimler bir önceki cümleye acayip bozulurlar, biliyorum. Ama önceki sayılarımızda tanıtmaya çalıştığımız Cage ve onun çalışmalarının açtığı yeni oyun sahasında gezinen bu müstesna sanatçıları bir başka gruba sokmak mümkün değil. Şart da değil. Ama bu bölümde isimleri alt alta geldiğinde sırıtmayacaktır. Tabii bir de şu var, bu isimler her biri başka yola gitse de müzikte minimalizmin öncüsü olmuştur. Aslında yazılması zor bir döneme geldik. Çünkü aşağıdaki isimlerin bir kısmı Fluxus akımının da içinde yer almıştır. Uzatmayayım, kimdir bu besteciler? La Monte Young, Terry Riley, Steve Reich ve Philip Glass.


Birkaç yıl arayla doğan Amerika kökenli bu dört besteci, memleketlerinin en iyi okullarında okur. Artık bestelemeye başladıkları sırada Cage 4’33’’ü (1952) akıl etmiştir bile. John Schaefer’e göre ortaya konmuş en minimalist yapıt olan bu çalışma, başta La Monte Young’ı etkiler. Young Riley ikilisi 1959’da Berkeley’de birlikte okumakta ve birlikte konserler vermektedir. Young ilk dönemlerinde Cage ve David Tudor’dan destek görüp onları izlerken, zamanla kendi dilini geliştirir ve Fluxus akımına dahil olur. İkili daha sonra Young’ın grubunda bir araya gelir. Grubun Young’ın karısı Marian Zazeela dışındaki diğer elemanı daha sonra Velvet Underground’da yer alacak John Cale’dir. Riley burada saksofon çalmaktadır. Özgür caz ve Hint ragaları arasında bir müziktir yaptıkları. Yolları pek çok kere kesişse de ikili artık kendi başyapıtlarına doğru yol alır zamanla.

Young’ın başyapıtı, Riley’nin de fazlaca kullandığı bir yöntem olan doğuşkanların kullanılması üzerine bir beste olan Well Tuned Piano’dur. Salt entonasyon olarak bilinen nota sistemi, normal koşullarda işitilemeyen ve doğuşkanlar olarak adlandırılan ögelerin işitilmesini olası kılar. Bu bölümün yazılmasında fena halde yararlandığım “Alışılmadık Sesler” isimli Hira Doğrul’un derlediği kitapta (Dost Yayınları, 1999) doğuşkanlar detaylı olarak anlatılıyor. Çok kısa özetlemeye çalışayım; her nota, armonik içerik olarak bütün frekanslara sahiptir. Bir çalgı sesi saf değildir. Başlangıç frekansı ve doğuşkanlar adı verilen çeşitli frekanslardan oluşur. Frekansların dizilimi sabittir ve bir oranı vardır. Batı müziğinde bir oktavda 12 nota bulunur. İki nota arasındaki oran 12√2’dir. Doğuşkanlar ve salt entonasyon nota sisteminde daha basit bir aritmetik uygulanır. Her doğuşkan, temel frekanstan sahip olduğu sıra kadar hızlıdır. Bu durumda takip eden doğuşkanların oranı 2/1, 3/2, 4/3 biçimindedir. Ve böylece bir gamda 32 sese ulaşılır. Salt entonasyon, batı sisteminin işitemediği bazı seslerin, uygun koşullar sağlandığında işitilmesini sağlar.  İşte, Well Tuned Piano salt entonasyon ile akord edilmiş bir piyano ile çalınır ve bu sayede daha önce duyulmamış bir eser ortaya çıkar.

Riley’nin kendi eserleri Young’ınkilerden farklı bir yol izler. Hint müziğinin modal yapısını ve salt entonastonu o da kullanır ama onun eserleri geri iletim (feedback), evre kayması (phase shifting), geciktirme (delay) ve loop kullanımıyla zaman kavramıyla da oynar. En önemli eserleri In C ve Rainbow in Curved Air’i besteledikten sonra tekrar Young ile birlikte Hint vokal ustası Pandit Pran Nath ile çalışmaya başlarlar. Riley Hint ragası dışında Orta Doğu makamlarını da araştırır. 80’lerden itibaren Kronos Quartet ile çalışmaya başlar. Riley’nin pek çok eseri kaydedilmişken, Young’ın çalışmaları mali nedenlerle çok zor kaydedilmektedir. Young ayrıca çok nadir konser vermektedir. Ancak ikilinin günümüz müziğine etkileri büyüktür.

Bir başka ikili olan Reich ve Glass ise Juillard’da beraber okurlar. Bir süre birbirlerinin kurdukları gruplarda çalarlar ve oldukça sıra dışı konserler verirler. 70’de bir gruba iki besteci fazla gelir ve yollarını ayırırlar. Bu bölümdeki dört besteci arasında Doğu kültüründen etkilenmeyen tek isim Reich’tır. Ama o da Afrika vurmalıları üzerine yoğun araştırmalar yapar. İlk dönem eserleri zaman ve ritm değişimleri, az ve ucuz malzeme kullanımı gibi özellikler gösterir. Pendulum Music ve Drumming bu dönem ürünleridir. Zamanla ve Glass’la eş zamanlı olarak orkestra ya da büyük topluluklara eserler yazmaya başlar ve ezgiselleşir. Gamelan müziğiyle ilgilenir. Music for 18 Musicians ve 8 yıl sonra gelen The Desert Music ile minimalizmden orkestrasyona doğru yol alır.

Dörtlü arasında en popüler ve zengin olanı olan Glass, Ravi Shankar ile tanışıp Hint müziğinden etkilenir. 1967’ye kadar eser vermez ve Hint müziğini araştırır. Kendi grubunu kurup konserler vermeye başlar. Reich’ın grubuyla ortak konserler verirler. Müzikleri farklı yöntemlerle yazılsa da etkileri ve ortaya çıkan sonuç çok benzerdir. 70’de Reich’ın Four Organs’ını kaydederler ve birlikte yer aldıkları tek kayıt bu olur. Süreç içerisinde verdikleri konserler genç bir seyirci kitlesi çeker. Başlangıçta 25 kişi kalabalık bir seyirci topluluğuyken sayı gittikçe artmaya başlar. Müzik eleştirmenlerinin acımasız saldırıları ikilinin popülaritesini arttırır ve daha da dikkat çekerler. Glass’ın çalgı seçimleri hayretler yaratır. Rock’a yönelik eserler vermeye ve müzik eleştirmenlerini çıldırtmaya devam ederek seçimini yapar. Sonunda Einstein on the Beach adlı ilk minimalist operayı besteleyerek çığır açar. Robert Wilson’ın sahnelediği eser New York Metropolitan’da kapalı gişe oynar. Artık Glass aranan bir sinema, tiyatro ve dans müziği bestecisidir. Satyagraha, Akhnaten, Quatsi üçlemesi gibi dev prodüksiyonlara imza atar.

Peki nedir bu minimalizm? Minimalizm, yavaş ilerleyen ve değişen yinelemeler, basit formlar ve yalınlıkla, dinleyicinin müziğin gelişimini ve değişimini görebilmesini sağladı. Gerçi üstad İlhan Mimaroğlu’na göre “Kafaları tütsülenen, duyguları, coşkuları güdükleşen, beyinleri genç yaşta sulanmaya başlayan yığınların sözde aydın bir kesimine, çağdaş sanat müziği diye, nitekim, Steve Reich’ın, Philip Glass’ın, John Adams’ın sayısız ülkede peşinden giden pek çok bestecinin ‘minimalist’ ve (doğru dürüst tanımı bile yapılmamış) ‘new age’ yaftalı müzikleri yaraşırdı…”* Fakat geçen sayımızda sözügeçen Batı Müziği’nin Doğu, Orta Doğu ve Afrika müziklerini, kültürlerini keşfedip, bu müzikal formları, felsefeyi özümsemeye başlaması, nasıl 68 kuşağını, algının kapılarının açılmasını, çiçek çocukları, devrime inanmayı, sonra da sistemin (müzik endüstrisinin) bunu kapitale çevirmesini, prozak toplumunu, kayıp kuşağı getirdiyse; minimalist müzik de günümüzdeki elektronik müziği, 70’lerde patlayan Jamaika müziği ve punk bombasıyla beraber rave kültürünü, minimal ve progresif techno’yu, yine isyan etmeyi ve yine sistemin (müzik endüstrisinin) bunu kapitale çevirmesini, döngünün sürmesini ama müziğin gelişmesini sağlamıştır. Yine gürültü yapılmış ve yine sistem gürültüyü insanları kontrol edebileceği (para kazanabileceği) formatta bir müziğe çevirmiştir. Tıpkı şimdi IDM ve amalgamlaşmış bir sürü türün, evinde müzik üretip internetten bütün dünyaya ücretsiz dağıtan bir sürü müzisyenin çıkarttığı sesin/gürültünün yakın gelecekte ticari müziğin gideceği yeri belirleyecek olması gibi.

Temmuz 2005, REC

👋🏼