1982 yılında Fransa’da Alain Aspect’nin başını çektiği bir ekip tarafından yapılan deneylerle kuantum kuramının ortaya koyduğu gerçekler tartışmasız bir biçimde ispat edildi. Yaşasaydı, Einstein bu işe bayağı bozulurdu muhtemelen, çünkü meşhur sözü “Tanrı zar atmaz”ı kuantum kuramının olasılıklar alemine karşı, “Schrödinger’in kedisi”ne (*) karşı, bir hışımla söylemişti. Her şeyin altında yatan ve temel gerçekliği sağlayan bir “işleyen saat” olduğunu varsaymış ve ömrünün kalanını bu “gerçeklik”i ortaya koyacak deneyler yaparak geçirmişti.
Aslında kuantum kuramının ortaya koyduğu en temel olgu, “hiçbir şey gerçek değildir” biçiminde özetleyebileceğimiz basitlikte. Ancak insanlığın bunu idrak etmesi hâlâ olası değil. Yukarıda kedisinden bahsettiğimiz Schrödinger ve aşağıda önünde önümüzü ilikleyeceğimiz Heisenberg ile birlikte atom altı boyutta işlerin nasıl yürüdüğünü araştırarak kuantum kuramının temellerini inşa eden bir diğer büyük isim olan Niels Bohr,
“Kuantum kuramıyla sarsılmayan onu anlamamış demektir,” diyerek, bu durumu çok güzel özetlemiş zamanında. Ama yok, en sadesinden, en okumuşyazmışdüşünmüşüne, insan aklının kuantum fiziğinin söylediklerine kulak tıkaması çok normal.
Çünkü insanlık 400 yıldır sanayi toplumu denen illetle yönetiliyor. Sanayi toplumu çökmüş, onun düşünme sistemleri olan rasyonalizm, determinizm, dualizm, materyalizm farsa dönüşmüş ne gam (bu düşünce sistemleri
tabii ki hâlâ geçerlidir, burada kuantum kuramı karşısında düştükleri durum kastediliyor). Yüzlerce yıllık refleks hâlâ sürüyor, insanlık ısrarla aynı şekilde bakıyor ve görmüyor. Bakınız Pierre Simon de Laplace, determinist (belirlenimci) dünyanın en gaz zamanlarında, 1814’te ne demiş; “Evrenin şimdiki halini geçmişin sonucu ve geleceğin nedeni olarak ele alabiliriz. Bir an için evrenin tüm güçlerinin ve bunu oluşturan tüm varlıkların konumlarını anlayabilen bir canlı olduğunu düşünürsek, ve bunun bu verileri inceleyebileceğini de düşünürsek, aynı anda evrendeki en büyük varlıklardan en küçük atomlara kadar her şeyi hesaba katarak bir hesap yaparsa, hiçbir şey belirsiz değildir ve gelecek de, aynı geçmiş gibi, onun gözlerinin önündedir.” Ne kadar cüretkâr, ne kadar kendine güvenen, ne kadar kendini büyük gören düşünceler. Zaten bu düşüncelere içerdiği tanrısal cüret nedeniyle “Laplace Şeytanı” adı verilmiş. 17 – 19 yy. arasında yaşayan bilim adamları gelişmekte olan sanayi toplumunu inşa ederken insanlığın her şeyi belirleyebileceğini, aklın her şeye yeteceğini düşünüyorlardı. Sanayi toplumunu her şeyin üzerinde tutuyor, buna uygun neden-sonuç ilişkilerini kurarak, insan ırkını doğanın üstünde gören ve her şeyi yapmaya gücü olan bir konuma yerleştiriyordu. Mecmuanın Şubat 2010 tarihli sayısında “Evet, Entropi Diye Bir Şey Var” başlıklı yazımda bu meseleyi biraz kurcalamış, sanayi toplumunun inşasında Bacon, Descartes, Newton, Locke, Smith, Darwin ve Spencer gibi bilim adamlarının etkisinden dem vurmuştum. Bu arada belirtmek isterim ki, okumakta olduğunuz yazıyla birlikte bahsi geçen “entropi” yazısını kargamecmua.org
sitesinden bulup okumak tamamlayıcı olacaktır.
Hâlâ sanayi toplumu refleksleriyle yönetilmeye çalışılan, ancak her gün karşımıza çıkan hemen her olaydan da net bir biçimde görebileceğimiz bir dönüşüm içinde olduğu belli olan, dolayısıyla adlandıramadığımız bu post-
sanayi toplumu dönemini biraz olsun anlamamıza yarayacak kavramlardan biri entropi ise, diğeri de “Belirsizlik İlkesi”.
Kuantum kuramı klasik Newton fiziğini alaşağı ederken, Heisenberg’in Belirsizlik İlkesi de Laplace’ın teoremini topyekûn ortadan kaldırmıştır. 1927 yılında Heisenberg, bir parçacığın momentumu ve konumunun aynı anda tam doğrulukla ölçülemeyeceğini ispatladı. Bu şu demek; en ufak bir parçacığın yerini ve hızını belirleyemeyen insanlık, küçük dünyasını, koca evreni, olan biteni nasıl anlayacak? Sistem hata veriyor.
Bu sarsılmaz ilkenin yanında, bir porsiyon da Schrödinger’in kedisinden aldık mı –ki deney gözlemlenmediği sürece hiçbir şey gerçek değildir sonucuna varır- elimizde sadece ve sadece belirsizlik kalır.
Biraz açayım; Heisenberg’in ilkesi şunu söylüyor, şeyleri sadece onlara bakarak görebiliriz. Bu da onlardan sıçrayan ışık fotonlarının gözümüze gelmesiyle olur. Bir foton, ev kadar koca bir nesneyi pek fazla etkilemez, o
yüzden ona baktığımızda evin etkilenmesini beklemeyiz. Gündelik yaşamımızda başımıza gelen bu. Ama bir elektron söz konusu olunca durum değişiyor. Onu görebilmek için kısa dalga elektromanyetik enerji kullanmak zorundayız. Bu da yüksek enerji içeren gama dalgası demek. Bu da gama ışımasının elektrona çarpıp sektiğinde gözümüze çarpan (gözlemleyebildiğimiz) bir fotonun, elektronun konumunu ve momentumunu ciddi bir değişime uğratacağı demek. Burada Heisenberg deney ortamlarının yetersizliği nedeniyle, bilimin gelmiş olduğu seviyenin
yetersizliği nedeniyle hızın ve konumun aynı anda belirlenemeyeceğini, hızı ne kadar doğru hesaplarsak konumun o kadar belirsizleşeceğini (ve tam tersi) söylemiyor. Bu işi yapmak mümkün değil diyor. Temel kuantum
mekaniği denkleminde hem kesin bir momentum (hız) hem de kesin bir konumu olan elektron diye bir şey yoktur diyor.
Tabii, Belirsizlik İlkesi hemen sindirilemedi, üzerine bir sürü tartışma yürütüldü. Ama konuya hemen ayan bilim adamlarından biri olan Bohr, Kopenhag Yorumu ile hem Belirsizlik İlkesini hem de kuantum kuramını yerli yerine oturttu. Yazı fazlasıyla teknik gidiyor, o yüzden tedirginim ama kısaca Kopenhag Yorumu’nu da anlatmalıyım, çünkü başka türlü olmaz. Kopenhag Yorumu, kuantum kuramında gözlemcinin rolünü belirler. Dalga halindeki davranışları incelerken gözlemcinin fonksiyonunu önemlidir –ki, gözlemci bakmasa, bütün deney, ölçüm, zaman, konum, momentum belirlenemez. Daha doğrusu, gözlemin yapıldığı an ile kaydedildiği an arasında inkâr edilemez bir boşluk olduğundan, gözlemcinin bilme halinin öznel olduğunu söyler. Bu öznellikten kurtulmak mümkün değildir. Yani dünya iki parçaya ayrılır: kuantum varlıkları (olasılık dalgaları) ve klasik ölçüm araçları olan gerçek nesneler. Gözlemle ya da ölçümle görülen şey rastgele seçimlerin sonucudur. Olacak şeyler seçilemez. Olasılıklar ve ona bağlı belirsizlikler doğanın özünü oluşturur. Kuantum genlikleri farklı sonuçların olasılıklarını verir ve ne olacağı gözlem yapıldığı anda sabitlenir. Gelecek, geçmişteki belirli, “belirlenimci” kurallar tarafından tayin edilmez. Burada doğrudan aparttığım cümleler de oldu ama meraklısı Vikipedia’nın ilgili maddesine baksın Kopenhag Yorumu ile alakalı olarak. Çünkü mevzu çok önemli. Çünkü net bir durum bu. Gözlemci (bilinç) olmadan, her şey yalan.
Batı dünyası bu gelişmelerle yeni bir evren tahayyülüne uyanmadı. Ama bir sürü felsefeci, bu yeni anlamla ilgili olarak düşünmeye başladı, hatta ilahiyatçılar kuantum kuramından nemalanıp yeni ispatlara soyundular. Fakat 20. yy’ın ortalarında bir durum fark edildi; bu yepyeni buluşlar binyıllardır Doğu ve Uzak Doğu mistisizminde var olan değerler olarak yerlerinde duruyorlardı. Ve Budizm ve Taoizm başta olmak üzere, kuantum kuramının, yani bilimin işaret ettiği Uzak Doğu inanışlarına doğru toplumsal bir ilgi, hatta yönelimler oldu. (Zen Budizmde mantıklı düşünceyle yanıtlanması mümkün olmayan, sezgilerle çözülebilecek anlatı, bulmaca, diyaloglara koan denmesi de ne ilginç tesadüftür mesela.) “Bir” felsefesinin, “nirvana”nın, “en el hak” düşüncesinin ya da Zen Budizmin farklı çıkarımlarının evreni algılamakta kuantum fiziği kadar mantıklı düşünce sistemleri olduğunu belirterek, yazıyı mistisizmden bilimselliğe çekmek istiyorum tekrar. Ama meraklısına Fritjof Capra’nın Fiziğin Taosu isimli kitabının iyi bir okuma vaat ettiğini de söyleyeyim. Ve sanayi toplumunun yücelttiği determinizm, rasyonelizm, dualizm, materyalizm gibi düşünce sistemlerinin Doğu ve Uzak Doğu felsefeleri ile ne denli çeliştiğine de dikkat çekeyim.
Yazının kalanında yine alıntılar yapacağım. 2004 yapımı bir belgesel var; What The Bleep Do We Know? adı. İki saate yakın bu belgeselin derdi kuantum kuramı ile bilinç arasında tinsel bir bağlantı kurmak. Bilim insanlarıyla yapılan söyleşiler, grafik ve animasyon görüntüler, canlandırmalarla akıp gidiyor. Niyeyse sadece 6 dakikalık bir bölümünün altyazısı var internette. Ama bilim insanlarının ne şeker, ne tane tane konuşan muhteremler olduğuna şaşarsınız, yani büyük bir kısmını, konu çok kazık gibi gözükse de altyazısız da anlarsınız. Her neyse, şimdi bu belgeselden kupleler geliyor:
Bakmadığınızda, olasılık dalgaları vardır. Baktığınızda yaşantı parçacıkları vardır. Katı olarak düşündüğümüz bir parçacık, aslında süperkonum denilen bir haldedir. Olası konumlara saçılmış bir dalgadır bu. Aynı anda tüm bu konumlardadır. Ona baktığınız anda, bu olası durumlardan sadece birinin görüntüsünü verir.
Bir sistem ya da nesne, aynı anda, iki veya daha çok yerde nasıl bulunabilir? Çok kolay, nesneleri şey olarak düşünmek dururken, çevremizdeki her şeyin bir nesne olduğunu düşünmeye alışkınsınız. Her şey benim katkım, benim seçimim olmaksızın zaten var. Böyle düşünmekten kurtulmalısınız. Onun yerine, kabul etmelisiniz ki, çevremizdeki maddi dünya bile, sandalyeler, masalar, odalar, halı, kamera da dahil, tüm bunlar, bilincin olası hareketlerinden başka bir şey değil. Ben de gerçek deneyimimi açığa çıkartmak için an be an bu olasılıklardan birini seçiyorum. Gerçekleştirmeniz gereken tek radikal düşünme tarzı budur. Ama bu öyle zordur ki. Çünkü eğilimimiz dünyanın kendi deneyimimizden bağımsız olarak zaten bulunduğudur. Değil işte. Kuantum fiziği bu konuda çok açıktır. Kuantum fiziğinin kâşiflerinden Heisenberg’in kendisi de atomun nesne olmadığını söyler. Sadece eğilimdirler. Yani nesneler üzerine değil, olasılıklar üzerine düşünmelisiniz. Hepsi bilincin olasılıklarıdır.
Kuantum fiziği yalnızca olasılıkları hesaplar. Ama bunu kabul ettiğimiz an şu soru gelir akla: gerçek deneyimi ortaya çıkartmak için kim veya ne bu olasılıklar arasından seçim yapar? Hemen görürüz ki, işin içinde bilinç
olmalıdır. Gözlemci yok sayılamaz.
Dünya olası gerçekliğinden mahrumdur. Ta ki biz seçene kadar.
Bu yazıyı yazmaya yeltendiğim andan itibaren bir sürü okuma yapmam gerekti. Özellikle John Gribbin’in Schrödinger’in Kedisinin İzinde isimli kitabından fazlasıyla faydalandım. Hatta bazı cümleleri aynen bu kitaptan
aldım. Bu okumalar sırasında bir an, bir sesin verdiği rahatsızlıkla okuduğum metinden ayrılıp “Bu ses ne yahu?” diye sordum MRT’ye. “Araba alarmı,” dedi. Ses uzaktan geliyordu falan ama, Murat tanımlar tanımlamaz, niyeyse “For Whom The Bell Tolls,” dedim. Akabinde de, yanlış bilgi vermeyeyim ama, galiba 14 yıldır ilk defa Metallica dinlemeye başladım. Sesli çağrıştırdığım şarkıyı tabii ki. Birkaç gün sonra, akşamına Karga’da çalacağım bir mesai öncesi, iş bu ya, MRT’nin misafirperverlikten kendini şımartılmış hissettiğin evinde oturup laflarken, kabine geç kalmamak için kurduğum telefonun alarmı çaldı. Cebimden çıkarıp susturmaya çalıştığım telefonun “Ertele” tuşuna basmışım gayri ihtiyari. Çünkü refleksin büyük bir olasılığını kaplayacak bir konumda oluyor hep. Derhal, aynı hemen her sabah uyanmak için kurduğum saat ve uyanamamamın sebebi olarak bastığım “ertele” tuşu aklıma geldi. “Ertele”diğim her sabah, doğal rutinim yani, içimi şişirirken “Böyleyken böyle,” diye muhabbete derdimi ekledim. Ve Viktor (Pilatan) hâlâ cebelleştiğim yazının sonunu bağladı. Dedi ki (ya da benim yatıp kalkıp
yazıyı düşünen bilincim dedi ki), “Sistem göbekten yakalıyor abi insanı, uyku mahmuru, o ilk uyandığın anda, sana ‘ertele,’ diyor.”
Yazının bu kısmına kadar biraz da konuyu ciddiye alman için, teknik bi şeyler anlatıyorum bak diye belki de, sizli bizli konuştum senle, ben de bilemiyorum ki nasıl diyeyim, kuantum kuramı söz konusu olunca neticede seninle aşağı yukarı aynı yerdeyim, ama şimdi gözünün içine bakıp doğrudan sana söylüyorum bak, ALARM ÇALIYOR! Sanayi toplumunun, onun ilk göz ağrısı ve en sevdiceği kapitalizmin devri geçti. Bakma debelenmesine, geçti, bitti o iş. Dünya o kadar hızla, o kadar büyük bir değişimin içinde ki, sanayi toplumunun hiçbir dayatması yetişemiyor, evrilemiyor bu hız karşısında.
Amma velakin, kuantum kuramının, Belirsizlik İlkesi’nin anlattığı hiçbir şeyi hâlâ anlayamıyoruz. Sen de, ben de. Anlasak da bakış açımızı değiştiremiyoruz. Çünkü merkezîleştirme, standartlaştırma, optimizasyon, yoğunlaşma, azamileştirme vs. gibi doğuştan gelen, doğuştan tezgâhına girdiğimiz sanayi toplumuna özgü sistemler ve onlara uygun davranış biçimlerimiz, değer yargılarımız var. En basiti okula gidiyoruz, mecburen. Ve okul bize hiç sorgulamadan bir üretim bantında yer almak ya da üretim bantını yönetmek için yol gösteriyor. Beyaz ya da mavi yakalı olmamız, işçi sınıfından olmamız fark etmiyor, hepimize hap gibi yutturulumuş, sanki genlerimize işlemiş reflekslerle hâlâ 50 yıl öncesinin şablonlarına uydurulmaya çalışarak, kodlanarak başlıyoruz yaşamlarımıza.
Sistemin bekâsı için bu böyle olmak zorunda, bu böyle belletilmek zorunda. Kuantum kuramının olasılıklar dünyası, bakanın, bilincin var ettiği dünya kabul edilemez.
Ama bir şeyler, bir süredir değişiyor. Ve bu değişime uygun formatlanmadığı için yaşamlarımız, belirsizlik her yanımızda, belirsizlik aşamadığımız engel, belirsizlik yalnızlık, belirsizlik umutsuzluk, belirsizlik depresyon.
Öyle değil yahu, belirsizlik gözünle gördüğün her şey. Belirsizlik evrenin işleyişi. Yukarıda anlattıklarım biraz karışık gelebilir, çok da basit değil. Ama bir rahatla önce. Schrödinger’in Kedisi’ne ne olduğu bilinmiyor ama şu net bir biçimde ispatlandı ki; gerçek diye bir şey olamaz. Atomların aynı anda bir sürü yerdeyken, senin seçtiğin, senin bilincindir sadece. Bunu kabul etmek, idrak etmek kolay değil. Ama bu dünya, bütün her şey, sana gösterildiği gibi de değil. Hiçbir şey belli değil.
Çanlar senin için çalıyor. Erteleme.
(*) Schrödinger’in, kuantum kuramı ve Kopenhag Yorumu’nu açıklamak için tasarladığı deney. Deney gereği, bir kedi kapalı bir kutunun içine konur. Kutunun hiçbir biçimde gözlenememesi önemlidir. Kutuda, ayrıca, bozunma olasılığı tam %50 olan bir parçacık, bozunma gerçekleşirse ortama salınacak bir zehir vardır. Bozunma olasılığı %50 olduğu için, kedinin kutu açılmadan ölü mü, diri mi olduğunu bilmek olanaksızdır. Kuantum kuramına göre kedi, hem ölü, hem diridir.